SÖYLEŞİ (13 Şubat 2015)

YALÇIN SADAK: Sevgili Adem, kısa da olsa sanat geçmişinden söz edebilir misin önce? Eğitimin nerede başladı, nerelerde sürdü?

ADEM GENÇ: Çok değişik kurumlarda eğitim gördüm. Nicelik  olarak değil; nitelik olarak birbirlerinden farklı anlayış içinde eğitim veren kurumlarda demek istiyorum.  Söz gelimi, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kendine özgü eğitim sistemi vardı. Ben, liseden sonra, daha doğrusu altı yıllık parasız yatılı İlköğretmen okulundan sonra Gazi’ye girdim. O yıllarda, İlköğretmen okulunu bitirince parasız yatılı olarak Gazi’den  başka bir yere girilemiyordu.  Üniversitelere girebilmek için meslek okulundan değil normal liseden mezun olmak ya da fark derslerini vererek lise diploması almak gerekiyordu. Bizim  İlköğretmen okulu öğrencileri olarak  o yıllarda en büyük idealimiz öğretmen olmaktı. Zaten ekonomik durumumuz da kendi paramızla okumaya elvermiyordu. Gerçi ben daha sonra, Adana’da öğretmenlik yaparken, lise diploması da almak için Osmaniye Lisesi’nde  sınavlara girdim. Yabancı dil ve felsefe, sosyoloji, mantık gibi derslerden geçtim. Ancak Milli Güvenlik dersinin sınavlarını kaçırdığım için diplomamı alamadım. Kendi olanaklarımla, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Arkeoloji okuyacaktım ama yurt dışı fırsatı çıkınca bu planımdan vazgeçtim. Gazi, iyi bir eğitim kurumuydu.  Tabii, o dönemin koşullarında.  Gazi’de, adeta gece-gündüz tam gün  eğitim yapılıyordu. Parasız yatılı ve atölye olanakları donanımlı bir kurumdu. Örneğin resim atölyelerimiz sabaha kadar açıktı. Resim atölyelerini her fırsatta kullanıyorduk. Hocalarımız seçkin, konularına son derece hâkimdiler. Gazi’li yıllarımın başında, Refik Epikman’ın canlı modelden desen derslerini ne kadar özenle yaptığını; her öğrencinin yanına  oturarak, desen çizerken adeta, başkalarının duymayacağı kadar alçak bir ses tonu ile kritik yaptığını hiç unutamıyorum. Adnan Turani ve Turan Erol hocalarımızın desen ve resim dersleri de büyük bir ciddiyetle geçiyordu. Gazi’deyken yaz tatillerinde izmir Enternasyonal Fuarına gelip bir iki hafta dekoratif işlerde çalışıyorduk. Yabancı ülkelerin sanat ve kültürüyle ilk defa bu fuarda yüz yüze geldim. Tabi, alttan alta hep bir yolunu bulup bu ülkeleri tek başıma gezip dolaşmayı  düşünmüyor değildim.

YALÇIN SADAK: Gazi Eğitimden sonra doğru yurtdışına mı gittin?

ADEM GENÇ: Hayır, Gazi Eğitim’den sonra hepimiz ayrı ayrı yerlerde  öğretmen olarak görev yaptık. Ben Adana’da Haruniye-Düziçi İlk Öğretmen Okulu’nda iki yıla yakın Resim-İş öğretmeni olarak çalıştım. Haftada 30-35 saat ders veriyordum. O yıllarda bir resim öğretmeninin en büyük ideali, benim yaptığım gibi  otostopla Doğu’yu veya Batıyı gezmek müzeleri incelemekti. Bir iki sene para biriktirip yurtdışına gittik, bir yaz boyu kısmen otostop kısmen de motosiklet ile dolaştık, Almanya, İtalya, Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan…

YALÇIN SADAK: Biz derken, başka arkadaşların da mı vardı?

ADEM GENÇ: Evet dördü bizim sınıftan, altı kişilik bir grup olarak, dolaştık. Bizim için iyi bir deneyim oldu. Venedik Okulu sanatçılarını, Venedik’te Kuzey Avrupa Rönesans’ını Münih ve Köln’de kısmen de olsa gördük. Bazı önemli sergi ve müzeleri gezdik. Tekrar öğretmenliği dönünce, artık bizim yeniden bazı şeyleri bir an önce yapmamız gerektiği konusunda hemfikirdik. Daha önceleri, benim 1964 ve sanırım 1965 yıllarında açılan Devlet Resim Sergilerine birer resmim kabul edilmişti. Bu resimlerimden biri sergi bitince Samsun’da ağabeyimin de ortağı olduğu bir inşaat bürosunun vitrininde teşhir edilmişti. O yıllarda, Samsun Maarif Koleji’nde İngilizce öğretmenliği yapmakta olan botanikçi (sekiz köşeli bir şapka ile dolaşan) köylü kılıklı bir vatandaş (Mr. Tobey) bu resmi görüp satın almak istediğini söyleyince teklifi büyük bir heyecanla kabul ettim. Carl Tobey ayrıca yaz tatilinde ve kışın mektup yazarak İngilizcemi geliştirmeye kararlıydı. Bana “ Sen yurtdışına gidip eğitimine devam etmelisin” diyordu. Amerikan vatandaşı olmasına rağmen Amerika’yı pek sevmiyordu. Ben zaten Almanya’ya gidip özellikle bazı sergileri izleyince  Tobey’nin haklı olduğunu anladım. Aslında orada gördüklerimin bir kısmı beni pek şaşırtmamıştı. Özellikle, bu tür dışavurumcu resim veya heykelleri ben de yapabilirim diyordum.  1965 ile 1970 yılları arasında 1416  sayılı Kanuna göre yapılan yarışmalı sınavlar sonucunda  her yıl Avrupa’ya her daldan bir kişi gönderiliyordu. Ben bu sınavlara 1965 ile 1968 yılları arasında üç yıl boyunca hazırlandım.

YALÇIN SADAK: Kim gönderiyordu?

ADEM GENÇ: Sanırım Milli Eğitim Bakanlığı Yükseköğretim Genel Müdürlüğü tarafından gönderiliyordu.  Sınavlarda birinci gelenlere, Avrupa veya ABD’de uzmanlık eğitimi görmek üzere, en az 5 yıl süre ile yurt dışı uzmanlık eğitimi bursu veriliyordu. Ben Gazi’yi bitirdikten sonra öğretmenlik ve askerlik yaparken (1965-1968)  Sanat Kuramları, Sanat Tarihi, Metodoloji ve Atölye derslerimle ilgili çalışmalar yapmak suretiyle Avrupa sınavlarına hazırlandım. Neredeyse 15.yy’dan 20.yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa sanatında ortaya çıkan tüm sanat akımları konusundaki temel kavramları iyice bellemiştim. Adana’daki resim öğretmenliğimin ikinci yılında (1966) yirmi iki yaşıma girmiştim. Bir an önce askerlik görevimi yapmak istiyordum. Sanırım öğretmen açığından olacak, resim öğretmenlerini, 31 yaşına gelinceye kadar askere  almıyorlardı. Sınavları kazanamazsam, istifa edip kendi olanaklarımla Avrupa’ya gitmeyi de düşünüyordum. Aklımın bir köşesinde “iki yıl süreli askerlik” hep duruyordu. En yakın askerlik şubesine gittim. Siz öğretmen olduğunuz için otomatik olarak  tecillisiniz; otuz bir  yaşına gelince  askere gideceksiniz dediler. Öğretmenlik yaptığım  Haruniye İlköğretmen Okulu’nda Milli Savunma derslerini veren piyade ya da topçu Binbaşı’ya adeta yalvardım. Beni askere almıyorlar binbaşım dedim. Binbaşı, “Ben seni istersem şimdi bile  gönderirim” dedi. Şaka yapıyor zannettim. “Bahçe Askerlik Şubesi’ne  git , benim gönderdiğimi söyle ve muayeneni yapsınlar” dedi. Hemen Bahçe İlçesi’ne gidip muayene oldum. Askerlik çağrısı gelir gelmez istifa edip Mamak’ta yedek subaylık sınavlarına girdim; oradan da İzmir-Gaziemir Ulaştırma Yedek Subay Okuluna gönderildim.  İzmir’de altı ay yedek subay eğitimi, altı ay asteğmenlik ve bir yıl da yedek subay teğmenlik hizmeti yaptım. Bu süre içinde, İzmir-Karşıyaka’da sanatçı  arkadaşlarla bir atölye-ev tutmuştuk. Boş zamanlarda her gün desen çiziyor, resim yapıyor ya da bir sanat kuramı üzerinde çalışıyorduk. Evin her tarafı resimle dolmuştu. Heykel yapmak için işlenmiş kil gerektiğinde askeri araçla kaçamak yaparak, Bornova’dan 50 km uzaklıkta  Turgutlu’daki bir tuğla fabrikasından hazır kil alıyordum.  Portre büst, rölyef, desen ve yağlıboya resim çalışmalarına tüm askerlik süresi boyunca devam ettim. Yani, Avrupa sınavlarına bu şekilde hazırlandım. 1968 yılının sonunda sınav ilanı çıktı. Sonra sınava girdik. Atölye dersleri ve  teorik derslerden beş ayrı  sınava girdim. Sonuç olarak, bu yarışmalı sınavda başarılı oldum ve öğretmenlikten istifa edip İngiltere’ye gittim.

YALÇIN SADAK: Hangi tarzda çalışıyordun?

ADEM GENÇ: Benim o yıllardaki çalışmalarımın büyük bir bölümü Alman dışavurumcu resim, desen  ve baskı-resim geleneğine uygundu. Avrupa sınavlarında ise; birinci  gün modelden desen çizdik. (Sanırım heykel atölyesinde de bir çalışma yapmıştık). İkinci  gün ahşap oyma baskı, üçüncü gün, gravür çalışması yaptık. Dördüncü ve  beşinci günlerde ise sanat kuramı/sanat tarihi ve sanat yorumu gibi konulardan yazılı sınav olduk.

YALÇIN SADAK: Bu yarışma Adnan Çoker’in kazandığı yarışma mı?

ADEM GENÇ: Sanırım aynı yarışma. 1965’ten sonra “5 Yıllık Plan” denilen bir kalkınma programına uygun olarak, her yıl İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden ve Gazi’den birer kişi yarışmalı bir  sınavla seçiliyordu. Burs süresi normal koşullarda beş yıldı. Ben uzmanlık öğrenimimi yabancı dil dahil, beş yıl beş ayda tamamladım.  Herkes bana “Tabii Fransa’ya gideceksin” diyordu. Ama ben İngiltere’ye gideceğim dedim. “İngiltere’de bir şey yok, Paris dünya sanat merkezi” diyorlardı. Ancak ben o yıllarda dahi çağdaş sanatla ilgili elime geçen her türlü belgeyi inceliyordum.  Fransa’daki sanat hareketlerinin gerilemeye yüz tuttuğunu; Londra ve New York’a “Pop ve Post Dada” gibi çok daha geniş bir yelpaze içinde birçok sanat akımının boy vermekte olduğunu anlamıştım.

YALÇIN SADAK: Neden Amerika’ya gitmedin, neden İngiltere?

ADEM GENÇ: İngiltere’deyken Amerika’ya gitmek istedim. İllinois State University’ye bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, resim dalının güçlü olduğunu (strength) öğrendim. Ancak yazışmalar mektupla olduğu için başvuru süresini  kaçırdım. Bu  sıralarda  Saint Martin’s’ten de kabul yazısı geldi. Sonuçta Londra’da kalmaya karar verdim. Tabii bu kurumdan önce yabancı dil ve lisans tamamlama kurslarına gittim.

YALÇIN SADAK: Nerede?

ADEM GENÇ: Önce Bournemouth’ta Bournemouth and Pool College of Art’ta desen ve  baskıresim atölyelerine devam ettim. Bir yıl sonra,  şimdiki adıyla Universityof The Arts / Central and Saınt Matin’s  College of Arts’ta. ( O zamanki adıylaysa sadece,  Saint Martin’s School Of Art ) uzmanlık eğitimimi tamamladım.

Saint Martin’s öğrencilerinin ne yaptığını neler okuduğunu çok iyi takip eden bir sanat kurumudur. Fredericck Gore, Antony Carol, Geramy Moon,  Eduardo Paolozzi, Johnn Hoyland ve Henry Mundy, John Edwards gibi çağdaş ustaların kadrolu veya ziyaretçi öğretim üyesi olarak çalıştığı bir yerdi. Orada genç bir deneysel film yapımcısı olan Prof. Malcolm de Griss’in “Deneysel Film” derslerini dahi aldım. Bir gün, elime bir kitap geçmişti: Sanırım Penguen yayınlarından Radical Perspectives in The Arts. O kitap sanki benim için yazılmıştı! Kitapta ilgimi çeken birkaç makale ve belge benim  sanatla ilgili düşüncelerimi tepetaklak etmişti. Araştırmalarıma atölye uygulamaları olarak devam edince, zamanla, sanatta kişisel sezgi ve bu sezgiye güven duygusunun önemini de kavradım. İyi bir ressam önce kendi sezgilerine güveniyorsa etkili işler yapar;  güvenmiyorsa yapamaz. Sürekli olarak  modelden resim ya da “şövale resmi” ile özgün bir sanat diline ulaşmak daha kolay değil tabii. Bir ressam için model ne kadar somut ve görünür bir şeyse,  hayal edilen suret ya da imgelem de o ölçüde   görünür bir fenomendir. Dolayısıyla ve kanımca, modelden resim tek başına bir sanat formu değil,  bir şeyi görmek ve icra etmek için kullanılan bir araçtır.

YALÇIN SADAK: Senin çalışmalarında, asıl ilgimi çeken, entropi. Termodinamiğin bu ikinci yasası bilişim kuramlarına çok sonra sirayet etti, sen de entropiyle yakından ilgilendin. Nasıl kesişti yolun entropiyle?

ADEM GENÇ: Benim yaptığım deneysel çalışmaların Termodinamiğin ikinci yasasına yakın olduğunu, figüratif resimde ağırlık ve güç dengesi kavramlarını incelediğim süreçte fark ettim .  Örneğin Termodinamiğin İkinci Yasası’nda, her şeyin giderek kaotik  bir sürece girdiği (olasılığı az olandan olasılığı çok olana doğru bir akış içinde olduğu) ondan sonra durulduğu, tekrar o kaotik sürece geri döndüğü argümanının Rönesans, Barok ve Maniyerizm’de  de var  olduğunu gördüm.

YALÇIN SADAK: İyi de, entropiden nasıl haberdar oldun?

ADEM GENÇ: Sanırım bu terimle ilk defa yine  o, Lee Baxendal’ın  “Radical Perspectives in The Arts” isimli kitabını okurken ya da yine  Saint Mattin’s’teyken bir Amerikalı arkadaşımın tavsiye ettiği  Rudolf Arnheim’in Entropy and Art isimli kitabında karşılaştım. Bu kitap bilimle sanat ve siyasal olaylar arasındaki ilişkileri irdeliyor, fiziksel kuramlarla sanat kuramlarını karşılaştırıyordu. Ben bu kitabı okuduktan sonra güzel sanatlarda matematiğin dahi bir ders olarak okutulabileceğine dair gazetelere demeç vermiş bir eğitimciyim. Kısaca şunu demek istiyorum, insan  alışılagelmiş sanat formlarına karşı boş yere bir tavır alıp, köktenci işlere durup dururken bulaşmamalı. Köktenci işler radikal bir düşünceyle birlikte ortaya çıkarsa kendi anlam ve anlatımını bulur. Aksi halde ortaya konulan çalışma, bir şok etkisi yaratıp kısa süre içinde ebediyen yok olur. İngiltere’deki danışman hocam bir gün bana, bu konuyu açınca bir seminer ödevi hazırlamamı istedi. Ödevi bitirince, “bunu bir doktora tezi olarak verebilirsin” demişti. Sonra Türkiye’ye geldim, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi yurt dışında yaptığımız çalışmaları yüksek lisans olarak dahi kabul etmeyip  uzmanlık sadece Tıp’ta olur gerekçesiyle “yapılan ihtisas lisans çalışmasına muadildir” hükmünü verince ben İngiltere’deki bazı derslerimi saydırarak,  Ege Üniversitesinde yeniden bir yüksek lisans ve daha sonra Dokuz Eylül Üniversitesi’nde, doktora çalışması yapmaya karar verdim.

YALÇIN SADAK: Entropinin Dadacı açılımı anarşizm. Fakat sen onu neredeyse kozmik bir yasa olarak kutsamaktasın. Tarihini şimdi anımsamam zor, AKM’de Öncü Türk Sanatından Bir Kesit sergilerinin bilmem kaçıncısı açılmıştı. Öncülerin her yıl kesitlendiği(!) bir sanat ortamına S.O.S demiştim bir yazıyla. O yazıda bir tek senin iki tuvalini dikkate değer bulmuştum. Entropiden habersizdim ama bu resimlerde adlandıramadığım bir yan var demiştim.

ADEM GENÇ: Benim 80’li yıllarda ilk dönem çalışmalarımdan. Senin de dikkatini çekmiş demek ki.

YALÇIN SADAK: Klas, perfeksiyonist, yoğun duyumlu.

ADEM GENÇ: İşte hep deney yapmakla sanat olmuyor, deneyi bir amaca yönelik olarak, bir araç gibi kullanmak gerekiyor sanatta.  Yapılan deneylerin de tek başına bir sanat formu oluşturması içinse aynen bilimde olduğu gibi sanatta da sanatçının bir hipotezi, bir öngörüsü ya da bir sorunsalı(problematiği) olmalı. Dikkat edilirse hiç bir bilim adamı sürekli olarak deney yapmıyor; bir öngörüyü kanıtlamak için yapıyor deneylerini.

Doktoranın bana şöyle bir yararı oldu, bazı şelyleri metodik bir şekilde incelemeyi öğrendim. Yani bir sonuca gitmek için “olasılıkları nasıl araştıracaksın , neden sonuç ilişkilerini nasıl organize edeceksin? Öngörü ya da hipotez olarak ele alınan  bir fenomene hangi bilimsel yöntemlerle yaklaşmak gerekir? gibi sorulara yanıt verme yollarını, ya da  inceleme ve araştırma  sonuçlarını kuramsal ve görsel olarak yansıtma yöntemlerini öğrendim.

Aslında atölye süreci ile yer yer örtüşen bir yönü var Doktoranın. Hiçbir fark yok sanki. Örneğin, bir hipotez belirlenmemiş, gözlenmemişse, otantik bir sanat formu ortaya koymak olası değildir. Ben bu yüzden, sezgilerime çok güveniyorum.  Durup dururken hiçbir şey yapmam.  Önce ne yapacağımı iyice düşünür taşınır ve en önemlisi, hissederim. Benim yaptığım işlerin neye benzediği, neye gönderme yaptığı ikinci planda kalır; ben onu çok fazla düşünmüyorum açıkçası. Ama ortaya çıkan şeye bakıyorum ben hakikaten sonuç olarak ortaya koyduğum şeyle kafamdaki düşünce arasında gidip geliyorum. Ben niye bunu yapıyorum diye sorduğumda aklımın özgürleştiğini hissediyorum. Ufkumun genişlediğini anlıyorum. Düşüncelerim evriliyor, öyle ki  arada sırada başım dönüyor…

YALÇIN SADAK: Senin resminde ekspresif olanın içinde kontrollü alanları, üç boyutlu ögeleri görmek çok şaşırtıcı. Üç boyutlu ögelerin çoğu kez toparlayıcı bir işlevi var.  

ADEM GENÇ: O boşluk yaratıyor. Espas, Paul Cezanne manzaranın arkitektonik konstrüksiyonu sayesinde soluk renkleri kullanmadan derinlik etkisi yaratabiliyor. Ben de bu etkiyi (yani espas yanılsamasını) böylesine yalın çubuksu bir  cisim ya da borumsu bir nesne/nesneler sayesinde veriyor, hava perspektifini, ıskalıyorum.  

YALÇIN SADAK: Aynı zamanda da bir omurga veriyor, düzenleyici bir şey.

ADEM GENÇ: Galiba, aura dedikleri şey de  olsa gerek; ışık enerjisi, renk enerjisi. Bu konu başlı başına bir alan sayılır. Renkler ve etkileri hakkındaki bu tür atölye uygulamalarına girmeden önce uzun yıllar İngiltere’de, Türkiye’de ve  Kaliforniya  Üniversitesinde Fulbright Öğretm üyesi olarak çalışırken araştırmalar yaptım. Tabii bu araştırmalar da bana görsel algı konusunda, başka ayrı bir cesaret ve güven duygusu vermiş olabilir.

YALÇIN SADAK: Basit bir sorum olacak. Resimlerinde iki boyutlu biçimler, üç boyutlu ögeler, yer yer figür ve dışavurumcu lekeler eşzamanlı olarak seferber edilmekte. Bunların her biri farklı bir özneye işaret ediyor. Sanatçı özne olarak seni nerede aramalıyız?   

ADEM GENÇ: Yalçın sen aynı zamanda edebiyatçısın, biliyorsun, edebiyatta nasıl intertextuality yani metinlerarasılık diye bir şey varsa ya da bir metni parçalamak suretiyle içindeki çelişkileri açığa çıkarma  diye bir deconstruction (yapıbozum) varsa ben de sanatın başka bir dalında bana kuşaktan kuşağa geçen (tevarüs ettiğim) teknikleri kullanıyor ve herkes tarafından bilinen  soyut yöntemlere kur yapmak süratiyle,  ironik bir biçimde de olsa metinlerarası bir fenomen ortaya koyuyorum. Demek istediğim şey; ben çağdaş bir romanda, zaman ve mekanın, diskur denilen şeyin parçalara ayıldığını nerdeyse kırk yıl önce öğrendim. Resimlerim de böyle bir minval üzere gelişti.  Her şeye bir süreklilik, ve  bir nevi zaman /  mekan koordinatları içinde anlam veremiyorum. Bir ressam olarak ya da bir düşünür sanatçı olarak, benim kaygılarım,  anlam veremediğim şeylerin üstüne varmaktan başka ne olabilir?   

YALÇIN SADAK: Ben senin özgünlüğünü buraya dayandırmıştım. Modern dönemde ruhsal ve ussal diye iki kanon var. Sen bunları, dolayısıyla da sanatçı özneyi özel biçimde sorunsallaştırıyorsun. Modernliğin ve modernizmin ciddi bir eleştirisi var burada.

ADEM GENÇ: En kolay şey, var olan bir  bir akıma sessiz sedasız dahil olmaktır. Nitekim, “ben dışavurumcuyum”, “ben sanatımın merkezine insanı koydum”, “benim işim insanı yansıtmaktır” demek bana çok ama çok sığ ve yavan geliyor. Zor olan, kendini bulmaktır. Her şeyden önce bir sanatçının yaşama biçimi duruşu ve düşünceleridir sanata yansıyan şey.

YALÇIN SADAK: Şimdi Adem, senin sanatında bence Türkiye için yeni olan bir yan daha var. Modern dönemi kabaca mekan sanatı diye bilip tanıdık. Sözgelimi Mondrian’ın dikey ve yatayları yüzeyi bölümler ve onların sınırladığı alanlar da tam anlamıyla geometriktir. Sonuç organik ya da mekânsal, bütünlük. Bugünün eleştirel modernliğiyse (postmodern deyimi fazlasıyla sorunlu olduğu için böyle diyorum)  bütünlüğü genelde zamansal olarak talep ediyor. İşte senin resminde de zihnimiz birbirleriyle organik olarak kaynaşması olanaksız biçimler arasında sürekli bir salınma, gelgit halinde. Böylece bütünlük ancak zihinde, bir kavrama boyutu olarak kurulabiliyor. Stabil değil ama devingen, bir bulunup bir yitirilme halinde. Özetle, entropik.

ADEM GENÇ: Sanat eğitimim sırasında ve ondan sonra bizim kuşak hep modernizmi tartışmıştır. Ancak insan tartışmalarla çağdaşlaşamıyor. Modernleşme, eski deyimle asrileşme ya da muasırlaşmayı  ne biz burada ne de bizim gibi yurt dışında eğitim görenler hakkıyla yaşayabildiler. Yurtdışında sanat eğitimi gören Türk sanatçıların  birçoğu, deyim yerindeyse, gittikleri gibi geldiler. Bir bölümü de  moderniteye ayak uydurmaya çalıştılar. Ama bu  mümkün değil çünkü, örneğin, Türkiye’den yurt dışına gittiğim 1969’larda modernizm hali hazırda eleştirel olarak, tartışmalı bir sürece zaten  girmişti.  Kuşku ile bakılan bir anlayış haline gelmişti. Örneğin bir modernist heykeltraş olarak Henri Moore’un ben, sadece 2.Dünya Savaşında Londra Metrosuna sığınan insan desenlerini beğenirim. Heykellerini görmek dahi istemem. Bu tür işleri belli bir  anakronizm kapsamında heyecanla izleyebilmek dahi ayrı bir meziyettir belki, bilmiyorum. Bizim kuşak (İngilizler dahil) Henry Moor’u “otoriteye yakın”, olduğu için İngiltere dışında, British Coucil’ın en önemli sanatçılarından biri olarak tanımaktadır. Demek istediğim şey sanat sadece boşu boşuna icra edilen bir şey değildir. Dolayısıyla, sanatı,  yaşam biçimimizin mündemiç (immanent/içkin)  bir öğesi olarak görmek gerekir.

Öte yandan, kişisel olarak, bütün bunlara karşın, yine de Modernlikten tamamen kopmadım diyebilirim. Kim ne derse desin, Leger’yi çok severim. Belki Leger etkisi resimlerime de yansımıştır. Benim resimlerimde arkitektonik bir yapı inşacı (konstrüktivist) bir yapı  her zaman var olmuştur.  Bu etkileşime ben metinlerarasılık ya da kültürel süreklilik diyorum. Sanat ve kültür hareketleri birbirlerinden farklı, birbirlerine karşıt, ya da tek başına veya bağdaşık manifestolarla ortaya çıkmalarına karşın, birbirleriyle kesin bir ilişki ve kültürel süreklilik içinde gelişip serpilen akımlardır. Bu açıdan baktığımda kuşaktan kuşağa geçen değerler yönüyle, Cumhurriyet Dönemi Türk Resim Sanatında yer alan ustalara ayrı bir saygı duyuyorum.

YALÇIN SADAK: Bütünlük nosyonu biraz da dayatılmış bir şey. Adem kendini çok güzel ifade ediyorsun.

ADEM GENÇ:  Kendimi iyi ifade edebiliyor olsaydım, resim yapamazdım…

YALÇIN SADAK: Resimlerindeki, üç boyutlu (borumsu) imgeler üzerinden Leger ile gizli bir bağlantı kurulabilir elbette ama iki boyutluluk, denetimli biçimler emprovize alanlar… Bu farkların gerilimli birliği, hem düzen hem düzensizlik. Leger’nin baktığı yerden resme bakmadığın kesin.

ADEM GENÇ: Bir söz var, bilirsin; her şey aslına rûcu edermiş. Yaşadığım ülkenin sanat gelenekleri içerisinde, taklide dayalı gerçeklik yanılsaması yoktur. Örnekse, minyatür; bir düzlem resmidir. Minyatürde nesnel gerçekliğin yanılsaması optik bir realiteye dayanmaz. Tamamen konvansiyonel kurallarla icra edilir. Kendi kendime,  “sen Batı resmi öğreniyorsun, düzlem geleneğinden geliyorsun, ikisini bir potada yoğurman bir senteze varman gerekmiyor mu?” diyorum.  Ben hayatım boyunca alttan alta hep bunu düşündüm. Kendi kendime, acaba gerçekten benim renklerim, biçimlerim, içinde yaşadığım coğrafyanın  soyut, sufî gelenekleriyle  örtüşüyor mu; yoksa  yaptığım işler gelenekle, kendiliğinden oluşan başka bir ilişki içinde mi gelişip serpiliyor? Şuna inanıyorum: sanat ve hayatta geçmişten tevarüs edilen değerler, biçimler, evren tasarımı  ve düşünceler çok önem taşımaktadır. Bu değerler, istesen de istemesen de  bir şekilde yansıyor insana.  Bu coğrafya hem soyut hem de temsili düşünmeye açık hem de transfigürasyona açık bir coğrafyadır.  “Figür ötesi”ni yani transfiguration kavramını  bir nevi  başkalaşma anlamında kullanmıyorum. Sıradan bir şeyin ki benim resimlerimde  buna “Iskarta Şeyler ve Dağınık Nizam” diyorum; sıradan bir şeyin sanata dönüşmesi anlamında bu terimi kullanırken hep askerlik yaptığım yıllara atfen “adi adım”la (serbest) yürüyen askerler geliyor aklıma!..

YALÇIN SADAK: Benim belirgin bir kaygıdan yola çıkarak sorduğum bir şeyi sen geçmişe yorup, bilinç dışı kültürel kaynaklara havale ettin.  

ADEM GENÇ: Demek ki çok basit görülen bazı  şeyler de bazen çok karmaşık duyguları içerebiliyor.

YALÇIN SADAK: Ben eleştirmen olarak senden biraz daha tutucu kaldım. Neyse kendime küçük bir pay ayırayım, kültürel bilinçdışı kaynaklar senin rezervin, fakat resmini ayırt edilir kılan entropi.  

ADEM GENÇ: Dünyanın akışı da böyle değil mi,? Entropi bir evren yasasıdır. Evrende her şeyin olasılığı az olandan olasılığı çok çok olana doğru akıp gidiyor. Termodinamiğin İkinci Yasası da deniliyor buna.

YALÇIN SADAK: Einstein izafiyeti gibi, kuantum gibi, düşünme/kavrama biçimimize sirayet eden bir yasa o. Amerikalı bir eleştirmen soyut ekspresyonizmde iş görenin entropi olduğunu söylüyor. Pollock’un entropik mekanı diyor.

ADEM GENÇ: Pollock’un mekanı bana pek de entropik gelmiyor . Ondaki katabolik şeylerin kendi içinde bir ritmi ve tuval yüzeyine bir uçtan bir uca yayılması başlı başına bir güç dengesinden  (equilibrium) başka ne olabilir? Bana gelince, galiba, bilinçaltı bir baskı burada da su yüzüne çıkıyor: Durup dururken açmadık bu atölyeyi, Atatürk Oto Sanayii Sitesi gibi bir yerde; mekanik şeylere karşı geçmişten bu güne (çocukluğumdan beri) ilgi duyuyorum. Güncel olaylar içinde savaşlar çağımızın fonundaki  şiddet ve katliamlar da mekaniktir. Andy Warhol’un bir makine olmak istemesi de… Kim bilir, belki bir gün, makineler gibi sanat ürünleri de   bir enerji türünü başka bir enerjiye dönüştüren nesneler haline gelecektir.

YALÇIN SADAK: Ama bir taraftan da mekanikleşen dünyaya itirazın var.

ADEM GENÇ: Var tabii, O beni bu dünyaya yabancılaştırıyor, doğa ile kurmak istediğim ilişkilerimi bozuyor. Kendi sosyal çevremdeki doğal dengeyi dahi yok ediyor. Beni kendimden uzaklaştırıyor.  

YALÇIN SADAK: Adem, şimdi gerek tek tek gerek seri olarak resimlerine verdiğin adlar aşırı bilinçli, adeta omuz üzerinden izleyiciye göz atıyor. İzleyicinin izlemesini izliyor diyebilirim. Epey de tedirgin edici. Senin için yazdığım yazıda bu stratejinin meşruiyet dayanaklarını derlemiştim. Burada yinelemem gereksiz. Senin ‘kavram ressamlığı’ diye formüle ettiğin tutumun çarpıcı bir sonucu bu. Yanılıyor muyum?

ADEM GENÇ: 1995’te  Huston festivaline davet edildim. O dönemlerde yaptığım bir resmimin adı şuydu: Yarıya İndirilmiş Postmodern Bir Bayrak Tasarımı”. Festivalde sergilendi.  O dönemlerde dünya ulusları parçalanma ve yeni etnik gruplar halinde bölünme süreciydi. Bir ülkenin yurttaşlarının bölünüp parçalanması dramatiktir. Bu yapıtın adı olarak zikredilen şey de böylesine “yarıya indirilmiş bir bayrak”tı. Çünkü, postmodern bayrak tasarımında artık bayrağın hükmü kalmıyor. Bayrak, o  bir milleti bir arada tutan sembolik anlamını da kaybediyordu…

YALÇIN SADAK: Post modern tartışmalar bağlamında gözlenen genel gevşemeye bir tepki. Senin resimlerin de bir çıkış önermiyor ama postmodern gevşemeye de teslim olmuyor. Bir kuşku etiğini canlı tutuyor.

ADEM GENÇ: Evet tutuyor. Fulbright Post Doktora çalışmasını yaparken bir Amerikalı heykel sanatçısı ile sohbet ederken bana geçenlerde vefat eden Arthur C. Danto’nun bir kitabını tavsiye etmişti. Kitabın adı: Transfiguration of Commonplace (Sıradan Olanın Transfigürasyonu). Bu kitapta, , Hz. Isa’nın  transfigüre olması gibi metaforlarla,  sıradan bir nesnenin nasıl sanat eserine dönüştüğü anlatılıyor. Ancak Amerika’da birçok sanatçı tanıdım. Bizim gibi meseleyi felsefi boyutta irdeleyen sanatçılara sıkça rastlamadım. Bu nedenle ben uluslararası sanat ekollerine, kişisel olarak hiçbir zaman edilgen bir bilinçle yaklaşmadım. Batı ya da Doğu’ya. Zaten,  Batı’nın düşünürleri ve sanat kuramcılarının birçoğunun sanat görüşünde özellikle Orta Çağ, Rönesans ve  Uzak Doğu düşünce ve geleneklerini izlerini sürmek olasıdır.    Son olarak bir şey itiraf edeyim: Arada sırada, herhangi bir şeye bakıyorum ve onun soyutlamasını yapıyorum. Ama soyutlamasını yaptığım şey  yok oluyor, figür ötesine geçiyor. Bir anlamda bendeki kolektif bilinçdışının yapıtlarımın “aura”sına sızdığını hissediyorum.  Hala, kendi kendime acaba, bende farkında olmadığım şaman etkileri mi var, diyorum.

YALÇIN SADAK: Neden olmasın, sanatın kökensel kaygısı her zaman iş başında değil mi? Bize ayırdığın zaman ve bu söyleşi için teşekkürler.

ADEM GENÇ: Asıl ben teşekkür ederim böyle bir olanağı bana verdiğiniz için.

Leave a Reply

Your email address will not be published.