Tek Parti Dönemi’nin İdeolojik Ufkunda 65’liler

Zamanın “izafi”olduğu kabul edilir. (“Zaman algısı, geçmişe uzanmayıp yaşanan anla sınırlı kaldığında süre yok olur.”**) Oysa, nereden bakılırsa Gazi’li yıllarımın ardından yarım yüzyıla yakın bir süre geçiyor.

Ülkemizde yapılan sanat eğitiminde YÖK sistemine ayak uyduramamış ” muhafazakâr”(***) bir eğitimci olarak, he şeyi bir tür anakronizmi de bünyesinde barındıran buruk bir sıla ve çağsıma duygusuyla- anımsıyorum : Refik Epikman’ın çıplak modelden “kağıt üzerine kurşun kalem ve mürekkep”tekniğiyle yaptırdığı bir çalışmanın birinci seansıda kulaklarıma eğilerek bir fısıltı sessizliğiyle yaptığı kritiği; Adnan Turani’nin, birden her şeyi bir anda tepe-taklak eden ve “atak kompozisyon ve desen” anlayışı içinde “çizgi plastiği” ya da diyalektiğini Picasso, Cezanné veya Matisse gibi karşıt öğelerle biçimlenmesini hedef alan coşkulu önermelerini; Turan Erol’un tutumlu boyama, renk-biçim ilişkilerine yönelik Bedri Rahmi ve Çallı’ya dair analizlerini ; Nurettin Can Gülekli’nin mecaz öğeleri ve metaforlarla geçen sanat tarihi derslerini; Necdet Pençe, Cengiz Kaan, Veysel Erüstün, Hidayet Telli, Nevzat Akoral, Nevide Gökaydın, Kayıhan Keskinok, Ziya Ünal ve Mustafa Tömekçe’nin öğrencinin gelişim ve bireysel öğrenme özelliklerini öne çıkaran pedagojik tavrı; Devrim Tarihi konferanslarına, “Nazik nanımlar, nazik beyler!..”diye başlayan Şeref Erdoğdu’nu ve Fransa’daki öğreniminden sonra mecburi hizmeti nedeniyle Cavit Binbaşıoğlu yerine Psikoloji hocalığına atanan araştırmacı sosyolog Doğan Ergun’un derslerindeki “Bilinç, bilinç olmayan bir şeyin bilincidir” biçimindeki “bilinç” tanımlamasını ve buna bağlı olarak: Pestalozzi, Montessori, Dewey, Baltacıoğlu, ve hatta İsmail Hakkı Tonguç gibi yurt ve dünyaca ünlü eğitimci ve sosyologların düşüncelerini son söz olarak benimsediğimizi, oysa sistemler arasında bocalayan toplumumuzda, bireyle toplum ilişkisini bir karşıtlık, bir kopukluk olmaktan çıkarmak gerektiğini; yeteneklerin çok yönlülük içinde araştırılmasını öngören ve bu arayışın, toplumun kendi geleceğine sahip çıkış bilinicinin bulunup bulunmadığına işaret eden bir ölçü olacağını ileri süren düşüncelerini ….. O yıllarda Ankara; Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Cumartesi Konserleri ve Yeni açılan sanat galerilerinin dışında 1939’dan beri süregelen gelenekselleşmiş Devlet Resim/Heykel Sergileri gibi -Cumhuriyet dönemi Türk sanat hayatı içinde tek parti yönetimi’nin ideolojik ufkuna değin uzanan- kültürel ve sanatsal faaliyetlerin yeniden canlandığı bir döneme girmişti. Gazi Eğitim Enstitüsü de, o yıllarda , 27 Mayıs’ın ardından değişim ve özgürleşme umutları içindeydi (1). Resim Bölümü’nde, sürekli bir çalışma modu içine girmiştik. Uygulanan müfredat programlarına göre dersleri izlemek, ya da sadece ders saatlerinde çalışmakla yetinmiyor; adeta, atölyelerde sabahlıyorduk. Avangart kurama ters bir duruş olmasına karşın (ki avangart kuram her türlü kurumsallaşma ve seçiciliği reddeder ), o dönemlerde, İstanbul’daki Devlet Güzel sanatlar Akademisi dahil olmak üzere tüm sanat kurumları açısından Devlet Resim/Heykel Sergisi’ne katılmak bir tür erginlikten öte öncülüğün/avangardizmin göstergesiydi. Paris’te1765’ten bu yana düzenlenen “Salon ” etkenlikleri gibi bu sergi, yurt ölçeğinde, Ankara ve Istanbul’da sanat çevresini n belli başlı dinamiklerinden biriydi. Kuşkusuz bir sanat kurumun başarısı salt bu tür sergilere katılımla ölçülemez. Öğrencilerine, özellikle yağlıboya gibi “sofistike” bir resim tekniğinde, ana çizgileriyle de olsa belli bir ereğe ulaştıracak bilgi ve deneyimleri bir iki yıl içinde aktaraübilen bir sanat kurumu da düşünülemez. Ne var ki Gazi’li lerin birçoğu, ortaöğretim yıllarında renkli resim ve iş teknikleriyle tanışmış ; bunlardan bir bölümü, yağlıboya resim derslerine kim bilir belki de Köy Enstitüsü döneminden kalma “resimhane” veya işliklerde devam etmiş; diğer bir bölümüyse, bu teknikleri, Istanbul-Çapa Resim Semineri’ndeki öğrencilik yıllarında uygulamış bulunuyordu. 60’lı yıllarda, bir Gazi’li, bir akademili ya da/belki de bu kurumlardaki uzman sanatçının Devlet Resim / Heykel Sergisi ne kabul edilmesi; Fransa’da, İzlenimcilikten önce, bir Fransız ressamının “Salon”a kabul edilmesi kadar önemli bir şeydi. Kendi algı ölçeğimle de olsa, Gazi’de 2.ve 3. yıl öğrencisi olarak, Devlet Resim Sergisi’ne kabul edildiğimi öğrenince ben de kendi sanatsal varoluşumu, hep aynı duygularla karşılıyordum. Genellikle her kuşak kendi dönemiyle ilgili başarılarından hep övgüyle söz eder. Bu nedenle, 65’liler’in ayrıcalığını rutin program içindeki başarılarına göre değil; program dışı etüt saatlerine, atölye içi ve atölye dışı serbest performanslarına , yayın takibetme , sanat aktivitelerini izleme ya da büyük bir coşku ile sabahlara kadar süren resim, şiir, tiyatro, müzik, ve siyasetle ilgili “çapraz ateş”lere göre değerlendirmek gerekiyor Gerçekte Gazi’yi değerlendirmek için, önce Gazi’nin, yirminci yüzyılın büyük bir bölümünü kapsayan bir zaman dilimi içinde-dönemin sosyal ve iktisadi koşullarına göre sanat ve sanat eğitimi açısından ne gibi ana çizgiler ya da temel eğilimler ortaya koyduğuna ve bunların ne tür genellemeler yapmaya imkan verdiğine bakmak gerekmektedir. Bir eğitim kurumu olarak Gazi, Cumhuriyet Dönemi içindeki bilimsel işlevini sürekli bir biçimde yenilemiş eşdeğer kurumlar içindeki öncülüğünü sürdürmüştür. Gazi’yi çağın gereklerine, koşullarına uydurmak için 1964 yılında yapılan yeni program çalışmalarda anımsadığıma göre, öğrenci görüşüne de önem verilmişti. 1963 yılında eski programa ara verilmiş enine boyuna tartışılan yeni program ilk mezunlarını 1965’te vermiştir. Yeni program, çeşitli sanat ve iş eğitimi dallarında Avrupa ‘da ihtisas, atölyelerde teknisyen ve malzeme desteği gibi yaygın teşvik ve subvansiyonlarla kişisel birikimi (ön plana çıkarıyor, iş ve resim teknikleri atölyelerini bireysel projeleri destekleyen bir işleve indirgiyordu. Geleneksel usta-çırak ilişkisine dayalı otoriteryen yaklaşımları, düşünsel yaşamı sınırlayan her türlü muhafazakar sanat oluşumlarını arka plana kaydırıyordu. 1964 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü’nde eğitim politikalarını yönlendiren “reformcuların” statejik tercihi, dönemin sıkça kullanılan deyimiyle “Sanatçı Öğretmen”yetiştirmekti. Bu bağlamda, Gazi’den mezun olduktan sonra özellikle Ilköğretmen Okulları’na (Anadolu Öğretmen liseleri’ne ) gönderilen “sanatçı öğretmen”lerin ülkemiz koşullarındaki performanslarına dan yola koyularak reformcu uygulamanın sonuçları hakkında bir genelleme yapılıp yapılamayacağı nı da tartışmak gerekiyor. Reformcu program uygulamasına dair, “şu dönemden mezun olanların şu kadarı serbest piyasa koşullarında sanatçı, “şu kadarı öğretmen, şu kadarı ise yükseköğretimde üst düzeyde yönetici, şu kadarı iç mimar, grafik tasarımcı ya da grafk tasarım ajansı yöneticisi oldu” biçimindeki nicel ve bağlantısız göstergelere göre yapılan bir çözümleme ile bu konuda bilimsel bir genelleme yapma olanağı yoktur. Nicel göstergeler çoğu zaman yapnıltıcı da olabilir. Gazi’nin başarılı yıllarını belirleyen en önemli etken, bir ekibin kurulmuş olmasıydı. İş hayatında olduğu gibi eğitimde de, her türlü maddi koşullar yerine getirilse bile, büyük projelerde, uygun elemen bulunamayınca hiçbir yere varılamıyor. Gerçi, ülkemizin toplumsal dinamikleri açısından Türkiye’de 1960-2000 arası; maddi ve kültürel üretim koşullarının gelişip serpildiği, kapitalizmin tüm kurumları ile yerleşmeye çalıştığı yıllardır. Ne var ki, gerek yüzyılın sonlarına doğru ve gerekse 21. yüzyılın başlarında Türkiye, dünya ekonomisiyle entegrasyonu açısından kronik gerilik unsurları taşımaktan bir türlü kurtulamamıştır. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü de belli dönemlerde, plan ve programlardaki reformist hareketlere rağmen, tutucu karakteri ağır basan rejimler içinde giderek kurumsal özerkliğini yitirmeye yüz tutmuştur. Üniversite’ye bağlandıktan sonra, uygulamalı yüksekokul sistemi ile üniversite sistemi arasında kıstırılmış; reformcu özelliğini belli bir düzeyde korumakla birlikte, kadrolarını, kendileriyle yabancılaşmış bir zorunluluğa mahkûm eden sıradan bir eğitim birimi haline getirilmiştir. (2). Gazi’nin tek parti döneminin ideolojik ufku içinde başlayan serüvenine dair nesnel bir yorum ve değerlendirme yapmak, bu eğitim kurumunu, daha geniş ilişkileri içine alan bilimsel nedenselliğe ve bu nedenselliğin sonucunda ortaya çıkan birtakım kavramlara oturtmakla mümkündür. Bu da bir anlamda, ulu önder Atatürk’ün ilke ve devrimlerini; ulusal eğitim anlayışı içinde eğitilmiş yurtsever yeni-insan ve ulusal kültür düşüncesinin geniş bir konsensüse oturmasıdır. Bu yönüyle Gazi Eğitim Enstitüsü kuruluşundan bu yana, kültür ve sanatta evrenselci değerleri korumuş, siyasal tercih ve özel aidiyetlerin ötesinde kolektif kimliğini ve buna bağlı ulusal bütünlüğünü oluşturmuştur.


(*) Beykent Üniversitesi Öğretim Üyesi (www.ademgenç.com) (**)Bilgin, N. (Prof. Dr.) Cumhuriyet)75.Yıla Armağan, Ege Üniv. Yayınları,İzmir 1999, S:4 (***) Sığ bir mantıkla bakılınca “muhafazakârlık” ya da muhafazakâr olmak, “her türlü toplumsal ve kültürel değişmeye karşı çıkmak”, “eskiye bağlı”, “devrimci olmayan” demektir. Bu yazıda “muhafazakâr ” terimi, kültür ve sanatta sürekliliğin önemini vurgulamak, kültürel sürekliliği olmayan, birbirlerinden koparılmış her türlü “yeni”nin (ya da avangardın) tek başına “ilerici”ya da “devrimci” bir bütünlük ortaya koyamayacağı gerçeğini anımsatmak -biraz da radikal bir filozof olarakJurgen Habermas’ın “genç muhafazakarların anti-modernizmi” , “yeni muhafazakarların postmodernizmi” ile “yaşlı muhafazakarın pre-modernizmi ” tanımlamasına; Batı’da ve ülkemizde 1970’li yıllardan sonra boy gösteren çoğulcu bir auranın reddiyesi; belli bir yer ve zaman bağlantısında dönüştürülmüş bir dünya tasarlamak (Hassan 92) olanağını ortadan kaldıran her türlü sanatsal düşünce ve didaktik sistem kuramına atfen kullanılmıştır. (1)Bkz. Oktay,A., Adem Genç/Post Dada ve Pop SürecindeYşeni Soyut Yaklaşımlar-The New Abstract Approaches During Post Dada and Pop Period, Bilim ve Sanat Galerisi yayınları, İstanbul 2004 s.16-17 (2) Bu konuda sunulan bir bildiri metni için Bkz. H.Ü.Birinci Ulusal Mezuniyet Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Ankara 2002

Leave a Reply

Your email address will not be published.